Yıllardır Almanya hakkında en çok duyduğum sorulardan birisi “Almanya’da ırkçılık var mı?” sorusu. Bu konudan nispeten yüzeysel olarak “Almanya’da Günlük Hayat, Düzenli Masraflar ve Alışkanlıklar” başlıklı yazımın sonlarında da bahsetmiştim; şimdi biraz daha ayrıntılı bir şekilde, hem genel olarak “ırkçılık” kavramıyla hem de bu kavramın Almanya’daki mevcut durumuyla ilgili görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Peşinen belirtmeliyim ki, ırkçılık belasına bütün benliğim ve samimiyetimle karşıyım ve illa ırk tabiri kullanılacaksa bunun “insan” ırkı olması gerektiğine tüm içtenliğimle inanıyorum. Ten rengi, ülkesi, dili, dini, soyu ve benzer özelliklerinin hiçbiri, insanı “insan” haricinde herhangi bir ırka mensup göstermeye yetmiyor benim gözümde. Fakat bu yazı boyunca “ırk” sözcüğünü mecburen genel tanımına uygun ve yaygın şekliyle kullanacağım.
Yazının hemen girişinde bu açıklamayı yapma ihtiyacı hissettim, çünkü konu son derece hassas ve ilerleyen satırlardaki hiçbir ifademin yanlış bir algıya sebebiyet vermesini istemiyorum.
Almanya’daki ırkçılık konusuna girmeden önce, bu konudaki kavram kargaşasına değinelim; zira bana sorarsanız, bu konuda iki de değil üç kavram birbirine karıştırılıyor ve mevzu, insanların kafasında bir noktadan sonra ezbere ifade ve önyargılara bağlanmaya başlıyor.
Bu üç kavramdan birincisi, saf ırkçılık. İkincisi yabancı düşmanlığı ve üçüncüsü de ayrımcılık…
Dilerseniz bu üç kavramın tanımlarına bakalım öncelikle…
Irkçılık, Vikipedi’de şöyle tanımlanıyor:
“Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir.”
Öte yandan yabancı düşmanlığının “bana göre” tanımı ise şöyle:
Geçmişini ve geleneklerini tanımadığımız ve benzer kültürle yoğrulmadığımız “öteki”ni, (bu öteki kavramının içine yine yukarıda saydığımız ten rengi, köken, dil, din ve tüm diğer farklılıklar girebilir) kendi ortamında kabullenememe, ondan korkma ve hatta nefret etme sorunudur.
Son olarak ayrımcılık için Vikipedi’deki tanımlama ise “bir kişiye ya da gruba, belli özelliklerinden dolayı önyargılı davranmak” şeklinde geçiyor.
Bu üç tanım arasındaki farklar nelerdir?
Yazının bu kısmından itibaren, ifade etmeye çalıştıklarımın daha anlaşılır olabilmesi için -hiç hazzetmemekle birlikte- bazı kıyaslamalar yapma yoluna da gideceğim. Ve yine tamamen mecburiyetten, sıkça milliyet tanımlamaları da kullanmak zorunda kalacağım.
Örneğin “Yunan tohumu” veya “afedersin Ermeni” ya da “Çingen çalar Kürt oynar” ifadeleri su katılmamış ırkçılıktır. Yukarıda verdiğim ırkçılık tanımına dört dörtlük oturur. Öte yandan “Suriyelileri ülkemde istemiyorum” ifadesi, içinde ırkçılık da barındırabileceği gibi, çoğunlukla yabancı düşmanlığı tanımına daha uygundur. Zira, bu ifade “genellikle” -en azından bugün itibariyle- kişinin kendi ırkını Suriyeli ırkından daha üstün gördüğü için değil, mevcut şartlar sebebiyle ülkesindeki Suriyelilere düşmanca duygular hissetmeye başladığı için kullandığı bir ifadedir.
Benzer şekilde, “Scheiß Türken” (pis Türkler) ifadesi yine, ırk olarak adlandırılan özelliğin açıkça aşağılanması sebebiyle pekâlâ ırkçılık olarak nitelendirilebilecekken, Almanya’da bir dönem duvarlara sprey boyayla yazılan “Türken raus!” (Türkler defolun!) ifadesi ırkçılık tanımına birebir uymayabilir. Bu bence, daha ziyade yabancı düşmanlığını çağrıştıran bir deyiş.
Bununla beraber, bu ifadenin tek sebebi yabancı düşmanlığıysa eğer, neden “İspanyollar defolun!” ya da “Yugoslavlar defolun!” veya tümden “yabancılar defolun!” değil de “Türkler defolun!” şeklinde yazılmış her yere? Bunu “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” ezberiyle açıklayabilmek de çok mümkün görünmüyor bana. Velev ki mümkün diyelim; o zaman da neden Türk’ün Türk’ten başka dostu yok diye sormak gerekiyor, ki bu da ayrı bir tartışma konusu olur.
Son olarak, karşısına tamamen eşit yeterliliklerde iki farklı kişiye ait iki ayrı dosya gelmiş, ve sunulacak kısıtlı avantajı bu kişilerden sadece birine sağlama imkânı olan bir Alman memur düşünün. Bu dosyalardan biri bir Türk’e, diğeri de bir Alman’a ait diyelim. Her ikisi de, sunulan bir imkân, nesne, vs. için talep edilen tüm gereklilikleri harfiyen yerine getirmişler. Alman memur dosyaları inceliyor ve belki de kalbinde hiç ırkçılık veya yabancı düşmanlığı olmamasına rağmen, hatta vicdanen biraz da huzursuz olarak inisiyatifini vatandaşından yana kullanıyor ve söz konusu avantajı ona sağlıyor. İşte buna da ayrımcılık diyoruz.
Zira bu örnekteki gibi bir davranışta bulunmak için mutlaka ırkçı ya da yabancı düşmanı olmak gerekmiyor.
Öte yandan, ideal dünyada, böyle bir seçim için tüm yetki size bırakılmışsa ve ırkçı, yabancı düşmanı ya da -pozitif veya negatif- ayrımcı olarak anılmak istemiyorsanız, söz gelişi yazı-tura atar sonucu belirlersiniz. Fakat elinizi vicdanınıza koyup bir düşünün, hangi ülkede olursa olsun, kaç kişi acaba böyle bir durumda örnekteki memurdan daha farklı davranabilir?
İlk taşı günahsız olanınız atsın…
Peki Almanya’da ırkçılık ne seviyede?
Almanya’da, -her ülkede olduğu gibi- yukarıda saydığım tanımların üçüne de rastlamak mümkün. Fakat ırkçılık tanımına girebilecek eylemler bence, “Almanya’da ırkçılık var” ya da “Almanya ırkçı bir ülkedir” diyebilmek için kesinlikle yeterli değil. Bana bu yazıyı yazdıran sebeplerden biri de aslında bu diyebilirim.
Söz konusu üç tanım birbirine o kadar çok karıştırılıyor ki, bu anlamda en ufak bir olumsuz hareket, yapılan en küçük bir kötü muamele bile ırkçılık olarak etiketleniyor ve üstelik tüm bir halka mal ediliyor.
Bunun başlıca sebeplerinden biri de aşağılık kompleksi tabii. Almanya’daki göçmenler, özellikle de Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden gelenler, örneğin bir devlet dairesinde, bizzat kendisinin eksik hazırlamış olduğu evraktan dolayı işinin yapılmamasını bile ırkçılık olarak kabul ediyor, bununla da kalmayıp “Almanlar ırkçıdır” deyip çıkabiliyor. Evrak eksik, o değil kim olursa olsun o işlem yapılmayacak, ama o algılamak istediği gibi algılıyor ve yaftayı yapıştırıyor.
Almanya’da gerçekten ayrımcılık yapan, veya bilinçli olarak işleri yokuşa süren Alman görevliler kesin olarak yoktur diyemem tabii ki. Ancak lütfen söyleyin, yeryüzünde hangi ülkede böyle istisnalar yok ki…?
Veya bir Alman işveren düşünün. Son derece temiz niyetle, aklından hiçbir ayrımcılık düşüncesi geçirmeden ve kişinin özgeçmişinde yazanları değerlendirerek, işyerine çalışan alımı yapıyor diyelim. Alman halkı, daha önceki yazılarımda da defalarca belirttiğim gibi disiplini düzeni sever, böyle yetiştirilir. Sadece yetiştirme tarzından da değil, bir şekilde bütün soğuk Avrupa ülkelerinin huyunda suyunda var bu galiba. Fakat özellikle Almanya’da insanlar mümkün olduğunca hata yapmamaya, işleri “genellikle” iyi niyetle ve mümkün mertebe kusursuz yapmaya gayret gösterir. Güney Avrupa’nın ya da bizim toprakların insanının bu konulardaki tutumuysa malum. Çoğunlukla bir “hallederiiz” durumu, bir “olur gideer” yaklaşımı hakimdir. Fakat Alman işveren yapısı gereği bundan rahatsız olur, işler planlı programlı yürüsün ister. Siz “hallederiiz” deyip halledemezseniz, bir dayanır iki dayanır, üçüncüde artık tecrübe kazanmış olur ve çalışan alımı sırasında ayrımcılık yapmaya başlar. Ve bu ayrımcılık da tabii ki “ırkçılık” olarak etiketlenir.
Geçenlerde internette tesadüfen Beyazıt Öztürk’ün Almanya’da gerçekleştirdiği bir yayınının videosuna denk geldim. Orada konuk olarak bulunan bir “gurbetçi”, ne iş yaptığı sorulduğunda Almanca bir ifade kullanarak cevap veriyor. Beyazıt Öztürk biraz daha ayrıntı vermesini istediğinde “günde 12 saat yatıyorum, vergi de vermiyorum, hanıma da diyorum ‘sen de işi bırak bu işe başla’ diye ama o istemiyor, hâlbuki çok güzel iş” şeklinde cevap veriyor. Ve konuşmanın sonunda “işsizlik aylığı” aldığını söylüyor. Utanmaz adam, bunu milyonların karşısında inanılmaz bir pişkinlikle dile getirebiliyor. Peki siz şu konuşmaya şahit olan bir Alman olsanız ne düşünürsünüz…?
Bir başka örnek daha vereyim. Arabasındaki arızayı tamir ettirmek isteyen bir Alman düşünün. Yaşadığı bölgede iki tamirci var, birisi Türk diğeri Alman. Türk komşusundan aldığı tavsiyeyle Türk tamirciye gidiyor. Fakat tamirciyle neredeyse işaret diliyle veya tarzanca anlaşmak zorunda kalıyor. Tamirci işinin ustası, arabaya bakar bakmaz anlıyor zaten sorunu ama mesele bu değil. Kendi ülkenizde bir esnafla kendi dilinizde anlaşamıyorsunuz. Siz olsanız nasıl etkilenirsiniz? Alman tamircinin de iyi bir usta olduğunu biliyorsanız, bir sonraki sefer ona gidersiniz değil mi? O da öyle yapıyor zaten; aynen az önce verdiğim “göçmen gören masum memur” örneğinde olduğu gibi o da “mecburen” ayrımcılık yapıyor ve bir sonraki seferde vatandaşına gidiyor. Ne de olsa ırkçı bir Alman işte…
Şunu da belirteyim de yanlış anlamalara yol açmayayım: Tabii ki sular seller gibi Almanca konuşan Türk tamirciler de var, ya da bu lisana ana dili gibi hakim olan başka göçmen meslek erbapları da. Bununla beraber şartlar ne olursa olsun dümdüz ayrımcılık yapan Almanlar da var. Çalıştığı işyerinde işini çok iyi yapan dürüst göçmenler de var ve bunlar da azımsanamayacak sayıda. Gerçekten art niyetle, onlar gibileri işe almayan Alman işverenler de…
Ben bu örnekleri verirken, ırkçılık yaygarasının neden koparıldığının kökenine inmeye çalışıyorum. Öyle bir kompleks oluşmuş ki, başta da söylediğim gibi, yapılan en ufak bir sorunlu muamele “ırkçılık” olarak değerlendiriliyor. Ve bu öyle sık tekrarlanıp öyle çok dillendiriliyor ki, artık bir yerden sonra “Almanlar ırkçıdır” algısı kemikleşmeye başlıyor.
Hayır, bazen gerçekten ateş olmayan yerden de duman çıkabiliyor işte…
Öte yandan, şunu da eklemem gerek: Belki de bu algı bu kadar çok dillendirildiği için de Almanya’da ırkçılık veya yabancı düşmanlığı bir şekilde frenleniyor da olabilir. Bunu da ayrıca tartışmak lazım. Yani -özellikle de yakın tarihlerinden dolayı- zaten akılları çıkıyor “bir göçmen kökenliyle konuşurken yanlış bir ifade kullanırım da adım ırkçıya çıkar” diye. Üstüne bir de böyle bir algı, belki de “saf” bir ırkçılığın fütursuzca yükselmesine de engel teşkil ediyor olabilir, kim bilir?
Bu örnekler (ve burada sıralayıp can sıkmamak için yazmadığım daha niceleri) benim yaklaşık 16 senelik Almanya yaşantımdan süzdüğüm gözlemlerin neticesinde ortaya çıkanlar. Sadece bulunduğum bölge ve yaşadığım çevreyle Almanya’yı değerlendiriyor olduğum yanılgısına da düşülmesin lütfen. Tüm bu geçen zamanda, hem yaptığım işler gereği hem de gezmeyi sevdiğimden Almanya’nın onlarca şehrini defalarca kez gördüm. Sosyal diyebileceğim bir hayatım olduğu için de her gün birçok farklı insanla muhatap oluyorum. Bu gözlemlerim sadece yaşadığım bölgeye ait gözlemler değil.
Bakın bu konuyla ilgili de bir örnek vereyim. Almanya’da radikal sağın en kuvvetli olduğu, ırkçılık algısının en çok yapıştığı bölgelerin başında eski Doğu Almanya şehirleri gelir. Geçen sene bu şehirlerden birinde, Leipzig’de, merkez tren istasyonunun emanet kasalarında çantam kilitli kaldı. Tamamen benim hatam, hatta son derece de aptalca bir hatadan dolayı. Ama oldu işte. Trenimin kalkmasına on dakikadan az bir zaman kalmıştı ve görevlilerden umutsuzca yardım istedim. Aksanlarından şehrin yerlisi olduklarına kesin olarak emin olduğum bir dolu istasyon görevlisi, bu “kapkara” adama yardımcı olmak için âdeta seferber oldular. Ve beni trenime yetiştirip, gülen yüzleriyle yolcu ettiler. Efendim, istisna mı?
Yaklaşık 16 senedir Almanya’da yaşıyorum ve bugüne kadar ne bir devlet dairesinde, ne çocuklarımızın okullarında, ne işyerimde ne de herhangi bir farklı mecrada, ne yaşadığım bölgede ne de Almanya’nın bir başka köşesinde, en ufak bir ırkçı imayla ya da somut bir ayrımcılık örneğiyle karşılaşmadım.
Burada bir istisna var ama. Bundan beş sene kadar önce, bir devlet dairesinde, 6–8 ay içerisinde sonuçlanması beklenen uzun bir süreçte, yapılması gereken işlemlerimin tamamından sorumlu olan hanımefendi işleri olur olmaz yokuşa sürdü, kırk dereden su getirdi ve süreç olumlu sonuçlandı sonuçlanmasına ama beni aylar boyunca son derece gereksiz bir şekilde yordu. Memure hanım İran kökenliydi…
Benzer şekilde, Almanya’ya son dönemde gelmiş yabancılardan (özellikle de Afrikalı mültecilerden) konu açıldığında âdeta nefret saçan Türk kökenli insanlara da denk geliyorum. Artık coğrafyaya dair bir kompleks mi dersiniz, empati eksikliği mi yoksa cehalet mi dersiniz bilmiyorum ama bu durum bence, uzun vadede yukarıdaki tüm olumsuz örneklerden daha tehlikeli.
Alman halkı ırkçıdır diyebilir miyiz?
Son olarak, bir halkı topyekûn ırkçı ilan etmek için ne olması gerekir, “Alman halkı” benim gözümde neden ırkçı değildir buna da değinerek sözlerimi bitirmek istiyorum.
Hepimizin önyargıları var, sıfır önyargılı insan veya halk, malumunuz imkânsız. Hatta önyargı belki bir noktaya kadar tolere de edilebilir.
Ancak ırkçılığın tanımı son derece açık ve hiçbir şart ya da sebeple kabul edilemez.
Örnekse, bir Alman’ın “geber Türk” diyerek, veya alenen demese bile böyle düşünerek bir Türk’ü, ya da benzer şekilde herhangi bir göçmen kökenliyi katletmesi, o Alman’ı ırkçı motivasyonla cinayet işlemiş bir katil, saldırıyı da ırkçı saldırı yapar. Almanya’da, özellikle de son otuz-kırk senede, bu şekilde işlenmiş birçok cinayet var. Son acı örnek Hanau’da yaşandı, dokuz ana kuzusu daha bu saldırıda hiç yoktan can verdi. Tamamı -altı farklı ülkeden- göçmen kökenliydi.
Katil, cinayetin hemen ardından evine giderek önce annesini sonra da kendisini öldürdü; ancak evinde yapılan aramada bulunan yayınlardan, internet üzerindeki söylemlerinden, saldırının ırkçı bir saldırı olduğu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespit ve ilan edildi.
Bu saldırının ve diğer birçoklarının münferit saldırılar olduğu aşikâr; ancak “meczubun teki, gözü döndüğü bir anda insanları öldürmüş” deyip geçebilir misiniz?
Ya da o insanların ailelerine bu konuyu bu kadar basite indirgeyerek anlatabilir misiniz?
İşte benim kanaatimce bir “halkın” ırkçılığa meyilli mi, yoksa dimdik karşısında mı olduğu böyle örneklerde daha net ortaya çıkar. Alman halkı, daha önceki benzer birçok münferit saldırının sonrasında olduğu gibi, Hanau saldırısından sonra da konuyu “meczup saldırısı” seviyesine indirme kolaylığına kaçmadan, sokaklara dökülmeyi tercih etti. Cumhurbaşkanından Başbakanına, farklı şehirlerde onbinlerce insan protesto yürüyüşleriyle katliamı lanetledi. (Konuyla ilgili kısa bir haber videosuna buradan erişebilirsiniz.)
Giden canları getirir mi? Tabii ki getiremez. Fakat, bu şekilde hiç değilse ırkçılık belasının “tarafında” olmadığınızı ortaya koyarsınız. Kim meczup kim değil bilemezsiniz, halk olarak, sıradan vatandaş olarak her an böyle hastalıklı tiplerin ensesinde olamazsınız belki, ama “ben ırkçı değilim, ırkçılığı bütün samimiyetimle lanetliyorum” diye bağırabilirsiniz.
Şimdi bu noktada, ifade etmek istediklerimin daha net anlaşılabilmesi için, yine istemeye istemeye bazı kıyaslamalar yapmak durumundayım.
Benzer cinayet ve katliamlar, yıllardır dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de gerçekleşiyor. Trabzon’da İtalyan Rahip Santoro, bir “meczup” tarafından vurularak öldürüldü. Malatya’da yayınevi çalışanı Alman Tilman Ekkehart Geske, “kızgın bir delikanlı” tarafından defalarca bıçaklanarak katledildi. Suruç’ta tazecik 32 insan, “birkaç öfkeli sünni genç” tarafından bombalandı. Ermeni kökenli gazeteci ve yazar Hrant Dink, “cahil bir çocuk” tarafından arkasından vuruldu. Bunların hepsi ırkçı motifli saldırılardı.
Rahibi veya yayınevi çalışanını hatırlayan var mı?
Benim şahit olduğum en geniş katılımlı protesto yürüyüşü Hrant Dink’in arkasından oldu. Binlerce insan sokaklara indi, ırkçılığı lanetlemek ve hiçbir ırkın birbirine üstün olmadığına atıfta bulunabilmek adına “Hepimiz Ermeniyiz” yazılı dövizler taşıdı. Sonra ne oldu?
Taşıdıklarına taşıyacaklarına pişman edildiler. Özellikle milliyetçi kesimden birçok köşe yazarı ve siyasetçinin hedefi haline geldiler. Amaçlananla taban tabana zıt bir tablo çıktı ortaya. Hâlbuki benzer bir slogan Almanya’da da kullanılır. Irkçılık karşıtı protestolarda -Almanlar da dahil olmak üzere- insanlar “Ich bin ein Auslaender” sloganları atarlar. Bu “ben bir yabancıyım” demektir ve ne basından ne siyasetçilerden ne de başka bir mecradan kimsenin aklına bu ve benzeri sloganlarla zıtlaşmak, kullananları hedef gösterip nefret kusmak gelmez.
Şimdi şu son verdiğim örneklere bakarak, Türk halkını topyekûn “ırkçı” ilan edebilir miyiz? Bu kadar büyük bir iddia vicdanları rahatsız etmez mi?
Şu halde, ezici bir çoğunluğu, ırkçılığa karşı en azından iyi niyetle tepkisini ortaya koymaya çalışan Alman halkını neden her vesileyle ırkçı ilan etmeye meyilliyiz?
Yukarıda da belirttiğim gibi, Almanya’da ayrımcılıkla karşılaşabilirsiniz, yabancı düşmanlığı zaman zaman yükseliyor olabilir, fakat saf ırkçılık ayrı bir boyut ve bence tüm halka bu kadar ağır bir yakıştırma hiç adil değil.
Öte yandan, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının artmasına “katkıda bulunanların” hiç mi sorumluluğu yok? Bu da kesinlikle gözardı edilmemesi gereken, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir diğer konu. Bu karşıtlık da durup dururken yükselmiyor herhalde. Tüm göçmen kökenliler, olması gerektiği şekilde ülke kültürüne uyum sağlayıp, toplumsal bilinci bir ortak payda olarak kabul etmeyi başarabilmiş de ona rağmen mi ayrımcılık ve düşmanlık var?
Federal İstatistik Dairesi’nin son yayınladığı rapora göre Almanya’da yaklaşık 21 milyon göçmen kökenli yaşıyor. Bakın dile kolay, yirmi-bir-milyon…
(2023 yılı itibariyle Almanya’da yaklaşık 25 milyon göçmen kökenli yaşıyor.)
Ülke nüfusunun dörtte birine tekabül ediyor bu sayı!
Türkiye ve Almanya’nın toplam nüfusları da aşağı yukarı aynı diyebiliriz.
Şimdi lütfen gözlerinizi kapatın ve Türkiye’de 25 milyon göçmenin yaşadığını hayal edin.
Ne gördünüz…?
Alman halkı, toptan bir ırkçılık şöyle dursun, bana sorarsanız son derece de sabırlı insanlar. Benim Almanya’da yıllardır gözlemlediğim göçmen profilini, özellikle de cehalet seviyesi yüksek olup adaptasyon sıkıntısı yaşayan epeyce bir kısmını, aynen alıp daha az medeni olan bir başka ülkeye yine göçmen olarak yerleştirseniz, o ülkede bırakın ırkçılığı, savaş çıkar.
O yüzden biraz empati şart. Önce iğne sonra çuvaldız…
Ben, oldukça uzun zamandır bu ülkede yaşayan bir “göçmen kökenli” olarak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Almanya’da sistematik veya topyekûn bir “ırkçılık” yok. Eğer olsaydı, 25 milyon göçmen kökenli -en azından dünya üzerindeki birçok ülkeye kıyasla- huzur içinde yaşayamaz, büyük çoğunluğu başka alternatifler aramaya başlardı…